Ben Gönen’de Doğdum
Gönen’e hangi yönden girerseniz girin, sizi bir tabela karşılar: “Ben Gönen’de doğdum. Ömer Seyfettin.” Girişinde yazan bu tabela yüzünden biz, Gönen’in sıra dışı bir yer olduğuna inandık; olağanüstü bir kasabada doğduğumuz için şanslı olduğumuzu düşündük hep. Gönen’in sokakları, gerçeğin çocuksu hayaller ve masallarla harmanlandığı oyun alanlarıydı. Kasabamızda bu masalların arasına çok gerçek hikâyeler karışır. “And”, “Kaşağı” ve “İlk Namaz” isimli Ömer Seyfettin hikâyeleri, Gönen’in tarihine tanıklık etmede çocukları da işin içine katar.
Kasabaların eskitilmiş ortak tanımı vardır: “Şirin Beldemiz”. Başından sonuna yürüyerek gidilebilen yerlerdir buralar. Durağan ve sıkıcı görünürler; içindeki kıpırtılı dünyayı anlayabilmek ve o canlılığı yıllar sonra özleyebilmek için çocukluğun en özgür, yeniyetmeliğin en serseri zamanlarını kasabada yaşamış olmak gerekir. Böyle yerlerde çocukluk, kocaman dünyayı küçücük adımlarla bir baştan bir başa hiç yorulmadan koşabilmek, sokak çeşmelerinden terli terli su içmek, akşam ezanı okunmadan evde olmak koşuluyla sokaklarda dilediğince oynayabilmektir. Her gün, bıkmadan yeni hikâyeler kurgulayıp o hikâyelere dahil olmaktır. Sorumluluktan uzak günlerin her birini panayır şenliği içinde yaşamaktır. Çünkü kasabalarda hâlâ panayırlar kurulur, panayırın gelişi hasretle beklenir hâlâ.
Bu kasabada çocuk olmak, meyve ve sebzeleri dalında görme bahtiyarlığını yaşamaktır. Gün gelip de, gündöndü tarlalarının sarı-yeşil denizinde kaybolma özlemi duyulabileceğini hiç akla getirmemektir. Gönen’in bittiği yerde dünyanın bittiğine inanmak ve ülkeler arası saat farkından habersiz, Muhammed Ali Clay’in neden sabahın köründe maç yaptığına anlam verememektir.
Kasabaların dili tutuktur biraz; kendini geride tutma, kimliğinin bir parçası gibidir. Eğer adı, çok bilinen bir hikâyenin ilk cümlesinde geçiyorsa dili biraz çözülür, cesaretlenir, anlatmaya başlar. Artık, Salı pazarındaki tezgâhlarda baş döndürücü çeşitlilik, meyve ve sebzelerin renk cümbüşü, Gönen ovasının verimli toprakları, gelişmiş sanayi, hatta binlerce yıllık kaplıcaları, şifalı suları, adına her yıl festivaller düzenlenen benzersiz iğne oyaları bir adım geride durur; sanatın büyüsü ve edebiyatın gücü öne çıkar.
Okul kitaplarına girmiş bir hikâyenin “Ben Gönen’de doğdum” cümlesiyle başlaması, Türkçe dersini en haylaz öğrenciye bile sevdirme kudretindedir Gönen’de. Sonra o haylaz çocuklardan birkaçı aynı haylazlıkla büyüyüp delikanlı olduğunda, gecenin bir vakti kanlarındaki deliliğe kapılıp kasaba girişindeki tabelaya “Ben de” diye yazmışsa biraz hoş görülebilir belki.
“Ben Gönen’de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayâlimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her vakit önünden geçtiğimiz Çarşı Camii’ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazı yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum…”
Ne Çarşı Camii Ömer Seyfettin’in “And” öyküsünde anlattığı yerde duruyor, ne de o “harap şadırvan”. 1953 depreminden sonra Çarşı Camii başka yere yapıldı. Güzel bir şadırvanı var. Hemen yanında, hiç boş kalmayan banklarıyla küçük bir park, karşısında Ömer Seyfettin heykelinin olduğu meydan bulunuyor. Baş ve gövdenin birbirine oranı gözetilmeden yapılmış Ömer Seyfettin heykeli, kolunun altında bir kitapla ayakta durur. Çarşı Camii’nin önünde büyük çınar ağacı bekler sizi. Gökyüzüne uzanan dallarının her zamanki sakinleri kuşlardır. Bazen sözleşmişçesine hep birlikte havalanırlar; ani ve kalabalık kanat sesleri yeri göğü tutar. Kuş cıvıltıları altında, çınarın gölgesinde yürümeye devam edersiniz.
Gönen, görünmeyen derelerin şırıltısıdır, gümüş söğütlerin salınmasıdır, kestane ağaçları ardında saklanmış evlerdir, kırılan kaşağıdır; çocuksu korkulara baba korkusu eklenince kardeşe atılan iftiranın ömür boyu süren acısını anlamaya çalışmaktır. Sonra dönüp kıvrımlı, dar ve eski sokaklarda keşfe çıkmış o çocukluğu bir kez daha yaşamaktır. Sokak aralarında yapsatçıların ilgisinden –iyi ki- mahrum kalmış eski zaman evlerinden birini görüp karşısında dakikalarca kıpırtısız kalabilmektir. Yalağı kuru, musluğu kopuk, unutulmuş bir sokak çeşmesine rastlayınca hüzünlenip geçmişin hesabını yapmaya kalkışmaktır. Sonra Gönen, çay boyunda, kuğulu parkta, havuz başında otururken, hüznü ve karamsarlığı dağıtan nazlı söğüt dallarıdır. Delikanlı çınarın söğüt ağacına duyduğu gizli sevdayı derelerin anlatmasıdır. Yıllar sonra uzak bir şehirde bu sesleri kulağının dibinde hissederek bu renkli görüntüleri gözünde canlandırarak öyküler yazmaya çalışmaktır.
Şimdi Gönen, çoktan ıslak yeşil rengine bürünmüştür. Toprak uyanmış, baharın coşkusu sarmıştır havayı. Birkaç hafta sonra teneke kutularda yetiştirilmiş sardunyalar, ortancalar, küpeçiçekleri kapı önlerini neşelendirecek, iğde ve gül kokuları ortalığı saracaktır… Erik dallarının yeşil beyaz güzelliğine, narçiçeğinin şahane kırmızısına sıra gelecektir sonra. Şehir parkının masa ve sandalyeleri temizlenmiş, çoktan müşterilerini beklemeye başlamıştır. Bisiklet, yediden yetmişe herkesin en gözde ulaşım aracıdır yine. Ve Gönen’de çocuklar, üç kelimelik “Ben Gönen’de doğdum.” cümlesinin armağanı olan düşsel zenginliği, harca harca bitiremiyorlardır yine eminim. Çünkü Gönen’de sokaklar, keşfedilmeyi bekleyen renkler, masallar ve hikâyelerle dolu büyülü mekânlar olarak çocuklara ait hâlâ…
Kevser Ruhi, Radikal, 23 Mart 2008