Tanrım, Ne Olur, Onu Bana Yaz!

Mircan Kaya’yı Tuşeti’den bir genç kızın sesinde ve çığlığında tanıdım önce. Sanki Şiraki Vadisinde gezen Tuşetili bir genç kızdı Mircan. Uzaklarda kırmızı kanatlı bir kelebek görmüş, kelebeğin o kırmızı kanatlarını, sevdiğinin kırmızı “çohası” sanmış bir genç kız…  Yüreği ağzına gelmiş, yana yakıla dua ediyordu: “Tanrım, ne olur, onu bana yaz!” Bu aşk, bu sevgi yalan olmasın! İşte, öyle bir kalp çarpıntısı ve öyle bir sevda içinde tanıdım onu ben.

Her gün defalarca dinler olmuştum Tuşetili dağlı kızın sesini. Başka da bir bilgim yoktu Mircan Kaya hakkında. Daha ben bu sese doyamamışken, çok sevdiğim ve uzaklarda yaşayan bir müzisyen arkadaşım “Çok beğeneceğin bir albüm önereceğim sana. Tam senlik…” dedi o günlerde. Heyecanla, “Mircan Kaya mı yoksa?” demişim. Bu sorumun ardında aslında “Keşke önereceğin, Mircan Kaya’nın albümünü olsa.” dileği saklıydı. Dileğim kabul oldu. Sonra da Mircan Kaya’nın bütün albümlerini dinledim. Uzun zamandır böyle ruhumu dinlendiren bir ses duymamıştım. Şelale gibi, su gibi… Çok susamışım sanki, içiyor, içiyor, doyamıyorum gibi. Sesin sahibini de uzaktan uzaktan tanımaya başladım sonra. Nasıl biridir, ne yapar, nelerle ilgilenir? Derken onun hakkına bu yazıyı yazmaya kadar vardırdım işi.

Mircan Kaya’nın yaptığı müziği doğduğu topraklardan ayrı düşünmek mümkün değil. Çok iyi bildiğimiz topraklarda, Doğu Karadeniz’de var olan ezgileri maya olarak alıyor, kendi hamuruna katıyor, yoğuruyor, yoğuruyor, biçim veriyor, fırına sürüyor, fırından çıkan malzeme bambaşka tada bürünmüş oluyor. Nasıl desem, bu bildiğimiz mısır ekmeği, çadi yani. Ama “hiç böyle güzel, hiç böyle lezzetli çadiyememiştim” diye düşünüyor insan. Mayası sağlam insanlardan Mircan. O sihirli elleriyle, bu mayayı hangi göle çalsa tutar. Yaptığı işler, yaşam öyküsü hakkında öğrendiğim her yeni bilgi, ona duyduğum hayranlığı artırdı.

Mircan Kaya sesini çok iyi kullanıyor. Söylediği şarkının ya da türkünün ruhuna bürünüyor, o ezginin dünyasına katılıyor ama orada ayrı bir dünya daha yaratıyor. İlginç olan şu, yarattığı ayrı dünya, o müziğin içinde hiç yabancı durmuyor. Kendini de ekliyor ezgiye… Yetmiyor, dinleyeni de içine çekiyor, onu da ekliyor. İnsan onun sesinden ne dinliyorsa çoğala çoğala dinliyor…

Onunla ilgili öğrendiğim ilk şey, “Batum göçmeni Megrel bir ailenin kızı olarak doğdu” cümlesiydi. Gerisini öğrenmesem de olur demiştim. Ama o kadar başarılı bir yaşam öyküsüyle karşılaştım ki, gerisini öğrenmesem olmaz dedim bu defa. Çünkü Mircan Kaya’nın ışığı, en yalın halde anlatılsa bile, göz kamaştıran cinsten parlak mı parlak bir ışık…

Artvin’in ilçelerinden Borçka’nın, eski adı Çhala şimdiki adı İçkale olan bir dağ köyünde, dünyanın tam kalbinde doğmuş. Evet, dünyanın tam kalbinde! İnanmayan gidip oraları görsün, sonra da Mircan’ın sesinden Lazca bir şarkı dinlesin. Mircan Kaya suskun bir çocukluk geçirmiş; dünyayı, dünyanın kalbini dinleyerek… Avaz avaz bir suskunluk olmalı bu… Şimdi ise biriktirdiği sesleri kendi dilinden bize duyuruyor. Lazca, Türkçe, Gürcüce, İngilizce… Bu arada Türkçenin dışında İngilizce, İtalyanca, Arapça ve Lazca bildiğini de eklemek isterim. “Ya Gürcüce?” diye soruyorum uzaklardaki Mircan’a…

“Su gibi Gürcüce konuşmak isterdim. Ama ne yazık ki Gürcüce bilmiyorum. Telaffuzum çok iyi olmakla beraber Gürcüce bildiğimi söylemek abartılı olur.” diyor. Bir de küçük bir ipucu veriyor: “Gürcü köklerimin arkasında hüzünlü bir aşk öyküsü var.”

Aşk başımın tacı, hele ardında bir öykü varsa… Ama üstelemiyorum. Öykü kahramanının rızası gerek bunu anlatmak için. Öykü ne zaman isterse o zaman açığa çıkartsın kendini. Biz bekleriz.

Türkiye’nin bir ucu Artvin’den diğer ucu İstanbul’a göç var Mircan Kaya’nın hikâyesinde. Başarılı bir öğrencinin Nişantaşı Kız Lisesi günleri… Ardından Yıldız Teknik Üniversitesi’nde inşaat mühendisliği öğrencisi olmuş. Üniversite son sınıftayken burslu olarak Ürdün’e gitmiş. İki çocuk annesiyken Boğaziçi Üniversitesi’nde deprem mühendisliği üzerine yüksek lisans yapmış. Uluslararası projelerde önemli görevlerde çalışmış ve iş hayatına bir İtalyan firmasının Türkiye temsilcisi olarak deprem teknolojileri üzerine devam ediyor. Öğrencilik günlerinde bir yandan derslerini başarıyla sürdürürken diğer yandan halk dansları, estetik jimnastik, klasik Türk müziği korosu çalışmaları, senfonik rock grubu, hep müzik, hep müzik, hep müzik… Bir insanın hayatına daha kaç hayat sığabilir?

Çocukken yemyeşil, ıpıslak sessizlikte biriktirdiği sesleri, sonradan duyduğu seslere katıp şahane şarkılar söyleyerek doğduğu topraklara gönül borcunu ödüyor sanki. Mircan yaptıklarıyla ve seslendirdikleriyle bütün o ormanlara, o yağmurlara, o sisli dağlara, o çıldırmış yeşilliğe, o lacivert Kardeniz’e, o masmavi gökyüzüne ve tabii ki dünyaya hepimiz adına içten bir teşekkür ediyor.

Mircan Kaya, her albümünde başka bir evrenin kapısını aralıyor. Hepsi birbirinden ileride ve birbirinden güzel beş albüm çalışması var. “Bizim Ninniler” 2004 yılında çıkmış. “Kül” 2005’te, “Sâlâ” 2006’da. 2008 yılında iki albüm var. “Numinosum” 2008’in başlarında hazırlanmış. Aynı yılın son günlerinde ise “Once Upon a Time in Mingrelia” (Bir Zamanlar Megrelya) ile güçlü bir merhaba demiş yine. Bütün çalışmalarında yerelden evrensele uzanan bir çizgi var. Bizi, bizim gibi ama bizden farklı biçimde anlatıyor. Anlatmıyor aslında çağıl çağıl çağlıyor Mircan. O söylesin, hep söylesin; ben hep dinleyeyim istiyorum. Hatta “Bizim Ninniler” isimli albümünü dinlerken, bebek olayım; o da kulağıma ninni söylesin istiyorum. Ya da boş vereyim bebek olmayı; bir yetişkin olayım ama o, yine bana doyumsuz sesiyle ninniler söylesin, huzur bulayım istiyorum.

Kül albümünde söylediği hüzün dozu yüksek türkülerle sersemliyorum, yıkılıyorum. Efkârdan ölecek gibi oluyorum. Sonra beni sersemleten ezgilerden yarattığı güzellik, yorumlamadaki yetkinlik, muhteşem duygu aktarımı, tesellim oluyor. Böyle delice bir şey yapmış Mircan Kaya “Kül” albümündeki türkülerle. Sesini ilk duyduğum “Tuşuri Simğera” da bu albümde yer alıyor.

“Kül albümünü yaparken dinlediğim yüzlerce parça arasında en çok Tuşuri’yi sevmiştim. Sözlerini çıkarırken stüdyodaki arkadaşlar hayretler içinde kalmışlardı. Parçanın sözlerini sular seller gibi Gürcüce bilirmişim gibi yazıyordum.” diyor ve ekliyor “Numinosum; numinos… Bilinç… Geçmişi, köklerimi iliklerimde hissetmek bu.”

Mircan’ın sesi biraz neşe, biraz hüzün, biraz da zulüm… Biraz sevdalı bir genç kız, biraz okul kaçkını haylaz çocuk. “Bizim Ninni”lerde şefkati sesine akmış sevecen bir anne iken; “Sâlâ” albümünde ölümün ardından ağıtlar yakan “bgara” oluyor. Sokak çalgıcılarının yanına oturup her dilden şarkılar söyleyen bir müzisyen diye düşünürken birden bambaşka bir şey oluyor.  “Lazca caz” yaparak alt üst ediyor insanı. Sesindeki zulüm şurada; dinleyip geçmek istiyorum. Sadece dinleyip geçmek; bırakmıyor, şarkıları üzerinde uzun uzun düşündürüyor.

Mircan hikâyesi olan kadınlardan. Hikâyesine sahip çıkan ve çok güzel hikâyeler anlatan biri aynı zamanda. Outim (Once Upon a Time in Mingrelia) albümünün açılış parçası bir cin masalı. Sesinin masallara çok yakışan tınısıyla, tatlı tatlı anlatıyor. Ben, çocukluğumda dinlediğim bütün cinli perili masalların içine giriyorum. Tek kelimesini anlamasam da, gecenin sesleri içinde anlattığı “Tcinkhasi meseli” bana çok tanıdık geliyor. Ben de o gecenin içine giriyorum. Dışarıda usul usul yağmur yağarken, içerde ocakta odunlar çıtır çıtır yanarken uykuya yenilmemek için gözlerimi dört açıyorum. Masalın sonunu merak eden kız çocuğuyum çünkü. Laz efsanelerinde anlatılan dağınık saçlı bir “çinka”yım belki de… Akşamın inmesiyle çıktım ortaya, sabah ilk horoz ötüşüyle birlikte yok olacağım. Mircan’ın, ezginin içine girip orada kendine özgü bir dünya yaratması, dinleyeni de o dünyanın içine çekmesi böyle bir şey sanırım.

Mircan Kaya, az bilinen bir dili, ninnileriyle, meselleriyle, ağıtlarıyla, bütün neşesi ve bütün hüznüyle, yıldız tozları içinde geleceğe savuruyor. Unutulmasın diye, bu sözcükler bu dünyada yaşadılardı, yine yaşamaya devam etsinler diye…  “İçimde, doğup büyüdüğüm topraklara ve o toprakları temsil eden kültüre hep derin bir sevgi ve bağlılık taşıdım.\” demesi boşuna değil.

Bir de şu var; Mircan Kaya Doğu Karadeniz kadınını ninnileriyle, ağıtlarıyla, neşesiyle, hüznüyle, şefkatiyle almış; öylece, olduğu gibi, modern dünyanın göbeğine oturtmuş. Çok da güzel yapmış bunu. Kimsenin “Bu kadın burada ne arıyor?” diye soracak hali yok. Çok yakıştırmış çünkü. Suyun rengi Mircan, yaprağın yeşili, toprağın nemi, denizin dalgası… Ve sesini ilk duyduğumdan bu yana benim has dostumdu o!

Onunla biz, Nisan yağmurlarında ıslanmak için annelerinin sokağa gönderdiği çocuklardanız. Bir güzel ıslanmışız yağmurlarda. Çamurlarda yalınayak yürümüşüz neşeyle… Yaprağın tazecik yeşilinde kaybolmuşuz. Artvin’in sisli dağlarına aynı sevdayı duymuşuz. Ağaçlarımız olmuş altında büyüdüğümüz… Masallarımız olmuş, masal anlatanlarımız da… Çok sevmişiz. Çoğunu kaybetmişiz sevdiklerimizin. Sevdiklerimizin sözcüklerini, seslerini unutmamak için, unutturmamak için “dil”in anlam dehlizlerinde uzun soluklu yolculuklara çıkmışız. Ben bu has dostumla gurur duyuyorum şimdi. Çünkü bize bu dünyayı sevmek için yeni bir sebep bağışlamış;  sesini ve şarkılarını…

“Hayatım, öncekileri yıkıp yenilerini kurmak diye tariflenecek bir felsefe üzerine kurulu. Bu yüzden fazlasıyla devingen, dinamik ve önceden tahmin edilemez, sonrası bilinmez bir öykü gibi.” diyor. Ben çok seviyorum bu tanımlamayı. Baştan ayağa öykü Mircan. Öykünün billur sesi üstelik…

Mircan Kaya şu anda, tarihi eserlerin yapısal analizleri üzerine ileri yüksek lisans çalışması yapmak için Avrupa Komisyonu tarafından değer görüldüğü burs nedeniyle İtalya’da bulunuyor. Avrupa kültürel mirasının korunmasını amaçlayan bu burs programı, Avrupa’nın dört büyük üniversitesi tarafından yönetiliyor. İtalya\’da Padova Üniversitesi, İspanya\’da Katalonya Teknik Üniversitesi, Çek Cumhuriyeti\’nde Prag Teknik Üniversitesi ve Portekiz\’de Minho Üniversitesi. Mircan Kaya bu ülkelerden İtalya ve İspanya’da çalışmalarını rotasyonlu olarak sürdürüyor. Müzikten hiç kopmadan, müzikle iç içe…

“Bu dönem, hayatımın en zorlu sınavı.” diyor Mircan.  “Sevdiklerinden ve alışık olduğu mekânlardan uzakta sanki uzaya bir yolculuğa gönderilmiş astronot gibi” görse de kendini; bu ağır projeleri başarıyla tamamlayacak, eminim. O da emin kendisinden; başaracak. Enerjisiyle şaşırtan, hayretlere düşüren bir insan Mircan Kaya. Bu dönemde aslında iki yüksek lisans çalışmasını birlikte yürütüyor. Ayrıca İngiltere’de etnomüzikoloji konusunda yüksek lisans çalışmasını da eşzamanlı olarak sürdürüyor. Bunca iş arasında ve uzaklarda pek de yalnız olmadığını hissediyorum ben onun. “Her zamankinden daha berrak ve yüklü” düşleriyle, açığa çıkmaya hazırlanan notalarıyla Padova’da, nehrin üzerinde parıldayan ışıklar Mircan’a eşlik ediyor. En çok da düşleri…

Mircan, bir nehir kenarında, Galileo’nun astroloji çalışmalarını yürüttüğü Specola’ya bakan tarihi bir binanın ikinci katında mutlak bir inziva içerisinde, Sisyphosvari bir yaşam sürerek çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor… Kilometrelerce öteden yazışarak konuşuyoruz biz, iki kadın. Bir kayayı sonsuza kadar bir dağın tepesine çıkarmaya mahkûm edilmiş Sisyphos’a kendini benzetmesini ben, yaptığı işlerde en iyiye ve en güzele ulaşmak için bıkmadan usanmadan çalışmasıyla bağdaştırıyorum. Delilik sanki… Ama ne güzel bir delilik! Bir sanatçıların, bir de annelerin “akıllı” olma mecburiyeti yoktur ki zaten.

Kevser Ruhi, Pirosmani Dergisi 8. Sayı