Çemberin Dışına Taşan Öyküler

Cemal, “kal” diyemiyor Padi’ye… “Git” diyemediği gibi… Oysa Padi, “Adamın kara gözlerine bir kez daha sığınsa biliyor ki, çözülecek, ağlayacak ve gidemeyecek.”

Susmak derin bir anlamdır bazen, gereksizce sarf edilen onca sözün yanında. Susarak konuşmayı bilenler, dünyanın en bilge insanları olsa gerek. Tabii susmak, onaylamak olabileceği gibi karşı çıkmaktır da bazen. Ama karşısındakini etki altında bırakmak istememek de bir susma nedeni olabileceği gibi, insan bazen sırf gururundan susabilir. Kendine duyduğu güven ve haklılıktan, yanlış anlaşıldığını veya içinde bulunduğu kötü durumu hak etmediğini düşündüğü için; hiç kimseyi veya hiçbir şeyi kastetmeden. Bir söz daha sarf etse, karşısındakine yenilmiş sayılabileceği için.

Yüreği yansa da insanın, karşısındakini etki altında bırakmak, sonuçları kötü olsa da alınacak karara müdahale etmek istemez bazen. Susar bu yüzden. Elindeki usulca kayıp giderken.

Deniz susabilir, orman ve insan da… İnsanın susuşu, dipsiz kuyuları andırır; uçurumları, onulmaz engelleri. Gurur, iki insan arasında bazen dipsiz bir uçurum gibi durur. Elinden, avucundan kayıp giderken en sevdiği, kahrolacağını bile bile yokluğunda “kal” diyemez yine de… Sessizce izler, bakakalır ardından…

Kevser Ruhi, “Orman Sustu” isimli öyküsünde, gitmekle kalmak arasında bocalayan bir kadının hesaplaşma anına odaklanmış. Gitmek isteme nedeni, ilk satırlarda her ne kadar bir muğlaklık barındırsa da gideceğinden değil, delireceğinden korkan Cemal\’in tavrından da anlıyoruz kadının bölünmüşlüğünü. İki sevgi arasında, sınırda kalan yüreğini. Bir tarafta bir daha göremeyeceği insanlar; annesi, babası ve kardeşleri; bir tarafta ise kocası ve çocuğu… Yapay sınırlarla bölünmüş coğrafyalarda insan yüreğine sınır çizemiyor. Ancak “kurda kuşa sökmeyen sınır çizgileri” maalesef insanlar için acımasız bir yasağa da dönüşebiliyor. Bir zamanlar aynı havayı soluyan, aynı tarlalarda çalışan, aynı ağaçların meyvelerini, aynı nehrin sularını paylaşan insanların arasına çizilen sınır çizgileri, “zalim (demir) bir perde” gibi çekilince, bir tarafta yer almaya da mecbur bırakılıyor insan; iki sevgi arasında bir seçim; ya orası ya da burası…

Saçları Deli Çoruh isimli ikinci öykü kitabında, ağırlıklı olarak sınırlarla bölünmüş yaşamlara odaklanıyor Kevser Ruhi. Kitabın ilk öyküsü “Orman Sustu”da olduğu gibi, “Karşı Yaka” öyküsünde de sınırın böldüğü yaşamlar var. “Orman Sustu”da sınırın bu tarafında kalan Padi\’nin dramı söz konusuyken, “Karşı Yaka” öyküsünde ise sınırın diğer tarafındaki Hatuna Nine\’nin. Yüz beş yaşındaki Hatuna Nine, tam doksan yıl önce bırakmış annesini, babasını, yeğenlerini, dayılarını, amcalarını; kısacası tüm yakınlarını “karşı yaka”da; yani Türkiye\’de. “Peşine takıldığı sevdasına sımsıkı tutunarak kendine yeni bir hayat yaratmış.”

Sarp sınır kapısından geçerek Batum\’a (Gürcistan) giden hikâye anlatıcısı, uzun yıllar önce sevdiği uğruna ailesini kaybetmeyi göze alan Hatuna Nine\’nin son günlerine tanıklık ediyor bu öyküde. Tıpkı bir sonraki öykü olan “Sevinçlerimden Başka Hiçbir Şey”de, yine Hatuna Bebia\’nın bu kez cenaze törenine tanıklık ederken aynı zamanda kendi düğününü hatırlaması gibi. İç içe geçen bu üç öyküde, küçük mutluluklar uğruna bazen insanın komik duruma düşebildiği bazı sahnelerle birlikte, yoğun bir duygusal atmosfer hâkim. Hatuna Nine\’nin kısacık ziyaretinde gerçekleştirilen düğün gibi mesela. Sevinçlerle hüzünler yan yana… Ya da bir yanda kavuşmalar yaşanırken bir yandan da zorunlu ayrılıklar…

Öte yandan tanıklıkların dile geldiği öyküler bütünü olarak da bakılabilir Kevser Ruhi\’nin öykülerine. Sınırların parçaladığı yaşamlardan tanıklıklar. Uzun yıllar boyunca ihtilaflı bir bölge olarak kalan Batum\’un, en son Acaristan Özerk Cumhuriyeti (dolayısıyla Gürcistan) sınırlarına dahil edilmesiyle, yaşamlar bir kez daha bölünmüş o coğrafyada. Oysa merkez devletlerin etkisinden uzak olarak aynı bölgede boy veren yaşamlar, birbirleriyle o kadar iç içeyken sonradan çizilen çizgiler ne kadar önüne geçebilir sevgilerin?

Sevgiler deliliğin önüne geçebilir ya da gerisinde kalabilir… Her ne kadar girift olsa da hayat bazen aykırı bir sesin hesapsızlığıyla parçalanıverir. Hiçbir şey umurunda değilmiş gibi görünen ama dünyanın yükünü sırtında taşıyan bir ses: bir delinin olabilir bu. Delimemet\’in sesi gibi.

“Herkes Yokken Biz Oluruz”

“Delimemet” öyküsünde Kevser Ruhi, ana temanın biraz da dışına taşarak gözlemci öykücülüğüne bir işaret sunuyor. Hayatın renklerine odaklanıyor bir yandan da. Ama sözün büyüsünü bozarak; dilin kemiğini kırarak; “Kodumunopelastrası” gibi.

Dil işçiliğini inkâr etmemek lazım. Amacına odaklanmış gibi görünen öykülerin kurgusundaki inceliğin yanı sıra dilin olanaklarını kullanma konusunda da başarılı bir yazar Kevser Ruhi. Ana dilinden başka bir dilde kendini ifade ederken, aslında ana diline yabancılaştırılmış olmanın da sancısını dile getiriyor. Çok kültürlü, çok dilli bir coğrafyayı tekleştirmeye çalışmanın da absürdlüğü burada değil mi zaten? “Çizginin dışındaki yaşamı çemberin içine” çekmek. Oysa insan çemberin dışına taştıkça insanlaşır; “…herkes yokken biz oluruz” çünkü.

Çemberin içinde de olsak dışında da olsak gün geliyor yaşlanıyoruz. Ölmek de yaşama dahil değil mi zaten? Ölmeye yaklaşmak, yani yaşlanmak insana ne çok şey kazandırır oysa. Tam da büyük puzzle\’ın son parçasını da yerine yerleştirmek üzereyken…

“Yaşlanmak çok gün görmek mi, çok yorulup çok eskimek mi? Ya da insanın bedeniyle birlikte günlerin de gevşemesi, sarkması mı?” “Seyran” isimli öyküsünde Ruhi\’nin, böyle soruyor soruyu öykünün kahramanı. Çok gün görmüş, geçirmiş olan beden gevşer, sarkar, pörsür… Bedeni tüketmenin karşılığı olarak bilgelik!

Şiirsel diliyle dikkat çeken “Seyran” öyküsü, aynı zamanda bir yaşam sınavı verir gibi kurgulanmış. Yok olma isteğiyle varlık düşüncesinin çarpıştığı ve cümlelerinde bilgelik akan bu öykü, aslında Hatuna Bebia\’yı hatırlatıyor. Ya da Hatuna Nine\’nin son günlerine tanıklık bu öykü de sürmüş diyebiliriz.

“İkramiye” öyküsü buraya kadar olan akışın biraz dışına taşmış ve “konsept öyküler” tanımını zora sokmuş olsa da (“Delimemet”i de saymak gerek) Kevser Ruhi, bilinç akışıyla çizgisel zaman akışını bu öyküde de mükemmel bir şekilde harmanlamış. Ve sonuçta yine bilgece sarf edilen cümlelerin yanı sıra gülümseten bir finalle temel bir olguya odaklanmış. 12 Eylül\’ün karanlık günlerinde, karambole gelip bir örgüt operasyonunda göz altına alınan bir PTT çalışanının polisler tarafından işkenceyle itirafçılığa zorlanması. Zoru görünce suçsuz da olsa insanın gözü kapalı hikâyeler uydurmasının çok örneği vardır bu ülkede. İşlemediği eylemlerin altına imza atması. Ama PTT çalışanı kadın sırf inadına da olsa, ters yüz ediyor burada polisin dayatmasını… Ve son sözünü söylüyor: “Nah alır o pezevenk ikramiyeyi!”

Ölüm olgusu “Sonrası Kül” öyküsüne de siniyor Kevser Ruhi\’nin… Fakat burada yaşlılığın hazırladığı bir ölüm değil, hastalığın hazırladığı bir ölüm söz konusu. Ölüm gerçeği karşısında duyulan üzüntüyü; “Üzüntü nedir deseler, yanıtı bu… Ölümcül bir hastalığa yakalanmış babaya su içirmek.” cümleleriyle özetleyen yazar, burada da farklılığa vurguyu ihmal etmiyor: “ana diliyle sonradan öğrendiği dilin harmanından dünyanın en dokunaklı sevgi sözcüklerini devşirmiş” olan baba, ne yazık ki son günlerini yaşamaktadır. Genç kız için acı verici bir durumdur bu ve son anına kadar başucundan ayrılmayı reddeder.

Hep çemberin dışına taşmayı arzuluyor olsa da insan, “herkes gibi” olmayı da önemser. Zira herkes gibi olmayan garipsenir. Hatta çoğu kez de toplumun dışına itilir. Hele görünümüyle de normal olanlardan farklılaşıyorsa. “Herkes Gibi” öyküsünde Kevser Ruhi, çocukları herkes gibi olamayan iki annenin dramına odaklanıyor bu kez. Sorumluluktan kaçan babalara…

Gerçek zamanlardan “ucu kopan” zamanlara gidip gelirken ayrıntıları işlemedeki ustalığıyla dikkat çeken Kevser Ruhi\’nin bu kitaptaki öyküleri, “sıradanlığı bozan bir sessizlik”le akıyor deyim yerindeyse, yer yer de “susmanın şiir gibi” olduğunu anımsatarak. Ve ekliyor “Şehrin Onaran Elleri” isimli öyküsünde; “Her susma bir şiir doğurabilirmiş istenirse.”

Yazma süreçleri aynı zamanda sancılanma süreçleridir bir yazar için. Kopacak fırtınanın şiddetinin yavaş yavaş belirmeye başlaması gibi. Uzun bir susuşun ardından, parça parça belirmeye başladığında zaman ve mekân, içine yerleştirilecek kahramanın da giderek önemi artar. Yanlış bir kahramanın yanlış bir öyküye sızması da muhtemeldir öte yandan. Ama önce “bir giriş cümlesi…” ve “Ad konursa öykü akıverecek kuşkusuz.”

“Yanlış Öykü”ye, öykünün öyküsü de diyebiliriz aslında. Kevser Ruhi\’nin, dile ve kurguya hâkimiyetinin yoğun olarak hissedildiği bu öykü, gerçekle kurgunun iç içe geçtiği bir anlar bütünü; kopuşlar, gidişler/gelişler olarak da okunabiliyor. Yazma süreçlerinin çatışkısının gün yüzüne çıktığı “Yanlış Öykü”, bir yazarın günlerce kafasında gezdirdiği, başlamadan biten bir öykü.

“Yazar, işi ‘yazmak’ olmayanlara göre çok daha zor yazan, her paragrafta ömrü tükenen, yazmaya başlayınca kendisiyle kavgası da başlayan talihsizin biridir.” Ama “yazmadıkça da huzur bulamaz.” Peki “yazar, bu öykünün neresinde?”

Her yazar kurguları içinde şu ya da bu şekilde mutlaka kendine de bir rol, bir misyon biçer. Çizdiği fotoğrafın bir yerlerine sızar. “Bir Kabul Günü Fotoğrafı” öyküsünde Kevser Ruhi, ev kadınlarının gündelik yaşamlarına yoğunlaşırken öte yandan kendi yazarlığıyla da ironik bir dille hesaplaşır: “Bu yorgun fotoğrafın içinde, olsa olsa kuru fasulyeli kektir yazar. Evet. Öyledir, fasulyedendir; siz onun kestaneli pasta olduğuna inanırsınız.”

“Başlangıç” öyküsü ise hem kitapta hem de düşüncel süreçte gerçekten de başa dönülen bir öykü. Büyülü ve masalsı bir atmosferde akıyor cümleler. Reklam yazarı Eren\’e gizemli bir kadından gelen e-postalar, dedesinden kalan anılar ve günlükleriyle birleşince yavaş yavaş bir sarmalın içinde buluyoruz kendimizi. Aslında bu sarmal yaşadığımızı sandığımız hayatların bir yanılsamalar bütünü olduğunu hissettiriyor bir yandan da. Unuttuğu coğrafyanın hasretini çeken Eren karakteri üzerinden, kitabın da ana temasına geri dönüyoruz böylece. Yapay sınırlarla bölünmüş, parçalanmış, köklerinden koparılmış ve savrulmuş yaşamlar… Ama aradaki onca mesafeye rağmen yine de bütünden kopamayan.

Bütünlüklü bir öykü kitabı Saçları Deli Çoruh; Kevser Ruhi\’nin olağanüstü kurgulama gücü, sonuna kadar anlatım olanaklarını deneme çabası ve azimli bir dil işçisi olduğuna dair iyi bir kanıt. 2009 Orhan Kemal Öykü Yarışması Birincisi de olan Kevser Ruhi, bu kitabıyla ustalık yolunda olduğunu da kanıtlıyor.

**
Saçları Deli Çoruh / Öykü
Kevser RUHİ
Gürer Yayınları, 2009

Erdoğan Taşkın, Sayı: 41, 05.10.2009