Türkü Hayattır
Türkü hayattır. Acısıyla, sevinciyle, yasıyla, neşesiyle hatta çelişkileriyle hayatın kendisidir. Şimdiye dek söylenmiştir; “şimden geri” de söylenecektir. Bu memleketin ezgisidir türkü, bizi anlatır. Sebepsiz türkü yakılmaz ama sebepsiz yere türkü söylenebilir. Sevinçliyken, hüzünlüyken, çok severken, çok terk edilmişken, giderken, gidenin ardından yanarken, umudunu yitirmişken ve yeniden bulmuşken, anlatmak isterken, anlatamazken; her zaman söylenecek bir türkü vardır. Türküler yüzyıllardır yaşamalarına rağmen türkü söyleyen, türkü dinleyen hep genç kalır; belki de biraz çocuk…
Çocuksundur. Dilin, henüz sözcükleri eğip bükmeyi öğrenememiştir; belleğinde o sözcüklerin somut ve düz anlamları vardır. Hayatı düşe kalka, dili susa konuşa öğreniyorsundur. Mecaz ne demektir? Benzetme nedir? Sözcüklerle nasıl oynanır? Bir duygu, bir durum başka sözcüklerle başka türlü nasıl anlatılır? Bilmezsin bunları. Radyolar, sobalı evlerin en müstesna köşelerinde saltanat sürmektedir o zamanlar. Sizin radyonuz da duvarda, yüksekçe bir raf üzerinde durur. O radyoya bunca insan nasıl sığışmaktadır, aklın ermez bir türlü. Sobalı odanın bir kıyıcığında Türkçe ödevini tamamlamaya çalışıyorsundur. Radyodan bir ezgi duyar, sözlerine dikkat kesilirsin. “Şu uzun gecenin gecesi olsam/Sılada bir evin bacası olsam”. Söz dağarcığında bir kıpırdanma olur. Özlem, çok uzaklara gitmiş ablayı görmek istemektir, bilirsin. Bilirsin de başka iki sözcük, sıla ve gurbet de girer dağarcığına. “Ablam da böyle mi özlüyor bizi?” diye düşünürsün. Özlemek, hasret, sıla, gurbet gibi sözler Refik Halit Karay’ın “Eskici” hikâyesinden çıkmış, somut başka kavramlarla karşında durmaktadır. O küçücük cümle, “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” sorusu, öyküdeki eskiciyi neden ağlatmıştır; daha iyi anlamaya başlarsın. Gurbeti cümle içinde kullanabilirsin artık: “Gurbette yaşayan ablam burada bir evin bacası olmak ister gibi bizi özlüyor.” Ödevin biter. Eğlenceli bir oyun başlar bu defa… Bulmaca çözercesine türkülerin sözlerini anlamaya çalışırsın. Türkülerle tanıştığın andır. “Dil” bilgisidir türküler.
Zaman geçer, lise yıllarına gelinir. Bambaşka lezzette türküler dinler, eşlik bile edersin. Her türküde hayranlığın arta arta gençliğin boy atar. Erişemediğin radyodan değil, yatılı öğretmen okulunun bahçesinde saz çalan ağabeylerden, ablalardan tınısı başka, söylediği şeyler başka, efkârı bambaşka türküler duymaktasındır artık. Seversin bunu. “Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez” der saz çalan ağabey, -sarı saçlı, kırmızı yüzlü bir Trakyalıdır- hep beraber “Bre Hasan!” kısmına eşlik edersiniz. Geçilemeyen köprülerin bal gibi geçilebilir olduğuna inanırsınız gençliğin bütün coşkusuyla. Türkülerde isyanı bulduğun andır. Başka türlü bir aşk bilgisidir türküler.
Türkülerin sakıncalı görüldüğü, söyleyenlerin tehlikeli bulunduğu zamanlar gelir sonra. Ruhi Su, ölümcül hastalığın pençesinde; onun tok sesi de, dağınık öğrenci evlerinin baskında, aramada ve yangında kurtarılacaklar listesinde ilk sırayı alan kasetlerde hapistir. Çok dinlemekten yüzü eskimiş kasetlerin üzerinde, içeriğini belirten iz kalmamıştır. Ama sen hangisinde hangi türküler var, sırasıyla bilirsin. Senin türkülerde sevdiğin isyanı, birileri tehlikeli bulmuştur. Sense türkülerin şaşmaz pusulasına inanırsın. Kuzeyi gösterdiği yerde “Sen yağmur ol ben bulut, Maçka’da buluşalım” diyen Maçkalı Hasan Tunç’a hayran olursun. Yaprağın yeşiline, fındığın dalına, çayın demine vurulursun. Batıyı gösterdiği yerde, Efe türkülerini sevmek için Egeli olmana gerek yoktur. Çakıcı, konakları yıkacağını söyler; sen zeybeğe durursun. Hisarlı Ahmet’in “kuş kanadı kalem olsa” yazılmayacak dertlerini dinlersin. Kütahya’nın pınarları akışır durur bir yandan… Güneye inersin; Toroslar’ın sesi olur türküler. Ellerin köyünde kahır çekilmezdir, ağuları doldurup içesin gelir. Kul olmak yetmez, “kullar olam seni doğuran anaya” diye seslenirsin. Yörük olursun, yaylada dolaşırsın. Denizli’nin horozu gibi tıpkı, Silifke’nin yoğurdunu tanımayan, bilmeyen kalmamıştır; sen de öğrenirsin. Coğrafya bilgisidir türküler.
Doğuya gidersin. Hangi türküyü, hangi güzel sesten dinleyeceğini şaşırırsın. Arguvan’a mı takılsan, Enver Demirbağ’ın hatırına Harput’a mı dokunsan, Erzurum dağları kar ile boran derken, Sarı Gelin’i Türkçe, Ermenice, Azerice üç dilde dinleyip gönül doygunu olursun. Diyarbakır’a geçip Celal Güzelses’ten “Bahçada Yeşil Çınar”ı dinler, görmediğin bir şehrin sesindeki efsuna kapılırsın. Urfa’nın etrafı dumanlı dağlardır; görmesen, uğramasan olmazdır. Mukim Tahir’in acı sonuna Urfa türkülerindeki koyu kederle dertlenirsin. Kazancı Bedih ile aynı çağda yaşamış olmak bahtiyarlığını hissedersin öte yandan. Kel Hamza derler, Hamza Şenses’i tanırsın, zamansız ölümü içini yakar. Bekçi Bakır ismini duyarsın. Kalbin kamaşır acıdan. Dert bilgisidir türküler.
İçerilere doğru gelirsin sonra. Bozlak ustaları karşıcı çıkar yoluna, Hacı Taşan, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş ve “Bozkırın Tezenesi” Neşet Ertaş… Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca Aydost Bozlağı’nı dinlemeye doyamazsın: “Ferman padişahın dağlar bizimdir.” Dağı, taşı kucaklayasın gelir. Dost bilgisidir türküler.
Bir gün, türküler yoluyla ülkeni öğrenmiş olduğunu kavrayıverirsin. Her şehrin, her bölgenin sevilecek bir tarafını bulursun türkülerde. Bazen kızdığın, bazen kıyasıya eleştirdiğin ülkende türküler derleyen ve söyleyen güzel insanlar yetiştiği için bütün eleştirilerini bir yana kor, aşkla bağlanırsın toprağına. Ülkene bir kez daha vurulduğun andır. Yurt bilgisidir türküler.
Kevser Ruhi, Akkoy Dergisi, Ocak/Şubat 2011