İnsan Hallerinin Çelişkili Gerçekliğinde “Saçları Deli Çoruh”
(“Saçları Deli Çoruh”, Kevser Ruhi, Gürer Yayınları, Mayıs, 2009, 183 sayfa)
Kevser Ruhi, ilk kitabı Kehribar Kadınlar’ın 2004’te yayımlanmasından bu yana, yeni öykülerini hemen gün ışığına çıkarmamayı; yazdıklarını öykü sanatının incelikleriyle donatmayı, bu öyküler üzerinde yoğun çaba harcamayı yeğledi uzun süre. Yazın sanatının, çağın hızla akıp giden güncel süreçlerinden uzakta kalan, aceleye getirilmemesi gereken, kalıcı, sıkı dokulu ve sağlam metinlerin yoğunlaştığı bir dil/estetik yapılanması oluşunun farkındalığı ve bilinciyle hareket etti. Sonuçta yazar, aradan geçen beş yılın hakkını veren, nitelikli, yazınsal değerlerle donanmış bir öyküler demetiyle; Saçları Deli Çoruh adlı kitabıyla merhaba dedi okurlarına.
Yoğun emekle yazılmış olduğu dikkati çeken bu öyküler, içerdiği yazın evreniyle, düş ve imge zenginliğiyle okurun yüreğinde derinleşiyor. “Şiirsel anlatımı ve imgeleriyle sözcüklere yeni tatlar ve anlamlar kazandırıyor, anlamı çoğaltarak dili varsıllaştırıyor. Sözcükleri güzelleştirirken dile bilinçle katkıda bulunan bir yazar Kevser Ruhi. Ayrıca, kurmacayı kavramış, öykü tekniklerini epeyce özümsemiş bir öykücü olarak duruyor karşımızda.” satırlarıyla değerlendirmiştim Kevser Ruhi’nin ilk kitabındaki öykülerini. (Cumhuriyet Kitap Eki, 7 Ekim 2004) Yeni kitabındaki öyküler için de benzeri değerlendirmelerde bulunmak olası; ancak bu kez Kevser Ruhi’nin, dil güzelliği ve varsıllığının yanı sıra, epeyce farklı kurmaca tekniklerini de denediğini, yer yer kurgu oyunlarıyla buluşturduğu yaşam gerçeklerinden süzülen unsurları ilk kitabına göre daha ustalıkla değerlendirdiğini söyleyebiliriz. Kehribar Kadınlar’da kadın sorunsalına vurgu yapan yazarın, Saçları Deli Çoruh’ta da yer yer aynı sorunsalı işlediği göze çarpıyor; ancak bu kez asıl izleklerinin insan dramları, yaşamın kırılma noktalarında insanın yaşadığı hüzün ve kederler olduğu görülüyor. Bu hüzün ve kederler, yazarın yer yer mizahi/ ironik tatta anlatımlarıyla çevreleniyor. Karmaşık, yoğun duygular ve yaşamsal karşıtlıkların oluşturduğu anlatısal yapılanmalar, gerçek bir insanlık durumunu çoğaltıyor bu öyküler buluşması içinde.
Günümüzde öykü sanatının eğilimi, birtakım olayları dolayımsız anlatma değil, bireye odaklanma ve yaşamın içinde yer alan bir kesitte bireyin dramını verebilme yönündedir. Bu dramın kaynağında, toplumsal sistemin araçlarıyla kuşatılmış ve varoluş kapanına kıstırılıp kalmış bireyin sancılı durumu yer alır. Kişi, bu duruma karşı koymaya çalışır ve birtakım tepkiler verir. Öykülerde yansıtılanlar, işte bu insanlık durumudur. Öykülerin dramatik yapısı, bu durum üzerine kuruludur. Kevser Ruhi’nin söz konusu insanlık durumlarına ne denli kırılgan ve ince bir duyarlılıkla sokulduğu, onları ne denli içtenlikli bir bakışla ve yoğun duygudaşlıkla işlediği gözlerden kaçmıyor. Kitabın başındaki öykülerde ‘zorunlu ayrılıklar tragedyası’na dikkatimizi yoğunlaştırıyor Kevser Ruhi. Çok yıllar önce, Doğu Karadeniz’le Gürcistan arasındaki sınırın (Sarp köyünün ikiye bölünerek) ilgili devletler tarafından kesin bir biçimde belirlenmesi üzerine kesintiye uğrayan insan yaşamlarını, zorunlu göçleri, bölünen aileleri, insanların derin özlem duygularını; kararsızlıklarını, ayrılıkların iç acıtan gerçeklerini, bireylerin iç dünyasına odaklanmış gözlem gücü ve duygu yüklü anlatımla dile getiriyor. Gitmek ve kalmak arasında tökezleyenlerin, kaldıklarında aklı “öte yaka”da kalanların, gidince yeni yerlere uyum sağlayamayan yaşlıların ya da çocuk yaştakilerin sıkıntılarıdır göç yollarının buluştuğu gerçekler. Bu sancılı coğrafyada bütün yaşananları kucaklayan bir tek sözcük vardır; o da özlem’dir; sıla özlemi ya da gidenlerin özlemidir bu. Orman Sustu’da eşi- çocuğu ya da anne- babası arasında seçim yapmak zorunda kalan genç kadının iç çelişkilerinin labirentlerinde dolaşıyoruz. Öyle bir an geliyor ki ülke sınırlarından aklın sınırlarına geçiş yapıyoruz: İçindeki yoğun çatışma sonrasında, delilik noktasının çok yakınındaki acı bir kahkahayla kararını veriyor öyküdeki genç kadın. Karşı Yaka’da da “kurda kuşa sökmeyen sınır çizgilerinin insanlar için acımasız bir yasağa dönüşmesi” anlatılıyor. Sevinçlerimden Başka Hiçbir Şey, Karşı Yaka’nın devamı gibi görünüyor ya da birbiri içinde süren iki öykü diyebiliriz onlara. Hatuna Hala’nın dramını anlatan satırlarda: “Sınırlar kapandı. O orada kaldı, biz burada. Dedem götürdü orada gelin etti, ben de gittim dün toprağa verdim Hatuna Hala’yı.” (s.33) diyor, öyküdeki Halit. Sevinçlerimden Başka Hiçbir Şey adlı öyküde düğün ile cenaze anılarını art arda ya da parçalı biçimde aklından geçiren anlatıcı, kendi düğünündeki bazı komik olayları anımsayıp gülmeye başlıyor; “Nasıl bir gülmek bizdeki… Ağlamak bile sayılabilir.” (s.42) derken bir yandan da içinde yaşadığı an’a ait cenaze gerçeği karşısında derin bir acı duyumsuyor. Zamanlar iç içe geçip kırılıyor; bir filmin düğün ve cenaze sekansları karışıyor sanki. Sonuç tam bir insanlık komedyası oluyor; an’ların içinden parça parça acılar geçiyor ve komedyanın trajediye dönüşmesi gerçeği karşısında ürperiyor içimiz. Bu öyküde mizahın ince ince işlenmesine, yaşamın insanı gülümseten karelerinin cenaze anları içine sızmasına; kısacası yaşam diyalektiğinin o dramatik gerçekliğine tanık oluyoruz.
Kevser Ruhi’nin belirli bir karaktere yaslanan, ‘karakter ağırlıklı’ öyküleri de var bu kitabında. Sözgelimi, Delimemet öyküsünde aynı adı taşıyan karakter, yaşamının bir döneminde aniden karşısına çıkan acı bir sürpriz (deprem) ile dengeleri alt üst olan bir insanın dramını içselleştiriyor. Bu öykü, okuru gülümsetirken bir anda hüzünlü yaşlar dökmesine neden olabiliyor; insanı bir duygudan öteki duyguya alıp götürüyor. Aynı anda hem hüznü hem de gülmeceyi duyumsatabilmek, özel bir öykücü yeteneğini ve yaşamı iyi gözlemleyen bilgece bir bakışı gerektiriyor. Yaşamın acı-tatlı öykülerden oluşan bir toplam oluşunun; insan hallerinin yarattığı çelişik gerçekliğin, yaşamın özünü oluşturduğunun bilinci ve farkındalığı, bir öykü yazarı için önemli meziyetler arasında yer alıyor. Aynı yaşam felsefesi, Seyran adlı öyküde de kendini gösteriyor. Seyran; tatlar, kokular, dokunuşlar ve anılardan oluşan uzun bir ömür içinde yapayalnızdır. Gidememek, ölememek, düşlerle yaşamaktır onun gerçeği.
İkramiye bir 12 Eylül öyküsü. Yaşanan olayların yarattığı travmatik durumların anlatıldığı bu öyküde iç içe iki kurgu katmanı yer alıyor. “Gerçek” ile kurmacanın, metnin içinde buluşarak birbiri içinde sürmesi olgusunun bir üst gerçeklik yaratması durumu, farklı bir kurgusal deney ya da kurgu oyunu olarak ilgi uyandırıyor. Özellikle öykü kişisinin gerçekliği bağlamında ilginç sürprizlerle karşılaşılabiliyor. Sonrası Kül, yazarın kendi anılarından yola çıkarak onları yepyeni bir gerçeklik içinde dönüştürdüğü, yeniden yarattığı bir öykü. Yaşamın kırılma noktalarındaki insani dramlar burada da karşımıza çıkıyor. Ölüm döşeğindeki babasını son kez görmeye gelen öykü kişisi, öykü anı içinde zamansal olarak sık sık geriye dönüyor; anıları içinde babasının sağlıklı ve çalışkan hayali gözünün önünden gitmiyor. Sobadan görünen alevlerin dansı onu çocukluğuna götürüyor: “Sobanın alevleri kış gecesinde bakıp bakıp masallar uydurduğu güzellikte değil(…)Oysa bu alevlerin gülümsemesi, hatta kahkahası vardı. Alevler konuşurlar, cilveleşirler, sarılıp sarılıp ayrılırlardı. Yarattığı hayal dünyasında alevlerin kol kola girip bir eğlenceye gittiklerini düşünürdü.” (s.75) Alevlere ve ateşe çocuk dünyasındayken yüklediği mutluluk imgelerinin ölümün soğuk rüzgârıyla sönmesi, her şeyin babasından sonra küle dönüşmesi… Kevser Ruhi Sonrası Kül’de kısa öykünün bir gereği olarak, sözcüklerin birkaç fırça darbesiyle canlı, etkili, çarpıcı ve işlevsel betimlemeler kullanıyor: “Sabahın çok erken saatleri. Kasaba, soğuk havada yatağından çıkmak istemeyen, uykusuna doymamış bir çocuk gibi mahmur. Sokaklarda başıboş birkaç köpek, duvar dibine sinmiş kediler ve bisikletleriyle gece vardiyasından dönen işçilerden başka kimse yok.”(s.71) Betimlemeler konusundaki tutumunu kitabın tümündeki öykülerde de sürdürüyor. Herkes Gibi, çocukları herkes gibi olmayan; zihinsel engelli olarak nitelenen iki annenin dünyasını buluşturan bir öykü… İki kadının kesişen yazgıları, yaşadıkları yoğun keder duygusu, kocalarıyla çelişkileri ve ardından gelen ayrılıklar… Babaların, sorumluluğu omuzlayacak kadar güçlü ve özverili olamayışları, kaçış psikolojileri… Annelerin “çocuğum benden sonraya kalmasın” dileğindeki o umarsız, o derin anlam… Bu noktada Tomris Uyar’ın,“Kısa öykü tek başınalığa dayanan kişisel bir sanattır. İnsanoğlunun yazgısına yöneltilmiş içli bir çığlıktır.” sözünü, öyküyle yaşamı buluşturan tüm gizemi içinde anımsıyoruz. Sessizce Kırıldı Kanatları, ruhu bedenine sığmayan, kendi bedeni odada, bir kanepeye mahkûmken hayalleri başka yerlerde koşan bir gencin dünyasına bir spot ışığı tutuyor. “Hayal kelimesi, ufacık bir işaretle, küçük bir dokunmayla hayatın kendisi oluveriyordu işte. Hayal ve hayat… Sınırsız özgürlük ve sınırlı yaşam… Hayal kelimesinin en son harfine eğik, kısa, düz bir çizgi atılması…” (s. 104) Bu da başka bir insanlık durumunun öyküye dönüşmesi…
Şehrin Onaran Elleri, yaşadığı derin mutsuzluğu unutmak için Avrupa’da bir kente geziye giden kadının, ülkesinden göç etmiş bir siyasi sürgünle tanışması ve sonrasında yaşadığı güzel duyguların şiirsel öyküsü. Yanlış Öykü, deneysel bir çalışma olarak ilgi uyandırıyor. Hiç yazılmayan, hiç yaşanmayan, mekânsız, zamansız bir öykünün öyküsü bu. Şiirsel dille dokunmuş öykü yazma süreçleri, farklı bir görme biçiminden aktarılıyor. Kitabın en dikkate değer kadın odaklı öyküsü Bir Kabul Günü Fotoğrafı adını taşıyor. Evin sınırları içindeki dar yaşamlarına hapsolan ev kadınlarının “yalnızca iyelik ekleriyle” mutlu olma psikolojileri başarıyla yansıtılıyor bu öyküde. Sormayan, sorgulamayan, dümdüz ve sıradan yaşamlarının boşluğundaki o kabul gününde çoğalttıkları dedikodular ve dedikodu sonrası adeta bir ritüele dönüşen göbek dansları… Bazılarının çıkara dayalı, göz boyayan ilişkileri… Bu öykünün asıl ilginç yönü, yazarın öyküye daha en başından dahil olması, yazdıklarının içinde yer alacağını dile getirmesi. Yazar, ‘yazar’ı şöyle tanımlıyor: “Yazar; işi ‘yazmak’ olmayanlara göre çok daha zor yazan, her paragrafta ömrü tükenen, yazmaya başlayınca kendisiyle kavgası başlayan talihsizin biridir.” (s.153) Yazar, öykünün bitimine doğru okura sorar: Kendisi bu öykünün neresinde gizlidir? Okurla oynanan bir kurmaca oyunudur bu. Öykü karakterlerinden hiçbirinde kendi izini taşımadığını söyler yazar; kendisinin bir eşya; sözgelimi odanın köşesindeki o fiskos masası olup olmadığını bile sorar bize. Şöyle der: “Yazar yalanlar söyler. Gerçeği alır, sizin gerçeğiniz olmaktan çıkartır, paramparça eder, parçaları kafasına göre birleştirir, kendi gerçeğini yaratır. İnandırır. İnanmadığı sözler de söyleyebilir ama onları yazdıktan sonra hem kendi inanır hem sizi inandırır.” (s.154) Giorgio Manganelli’nin Düzyazının İnce Sesi’ndeki deyişiyle; “…aldatan biridir yazar. Peki, kimi aldatır? Bu noktada aldatanın kurnazlığı geri teper: Çünkü simyacı ve yıldızbilimci gibi, yazar da her şeyden önce kendi kendini aldatır. Delilikle deha yakın akrabadırlar.” Sonuçta yazar, kendini bu öyküde yer alan öyle ilginç bir varlık olarak gösterir ki, Kevser Ruhi’nin mizahi çekim gücüne takılıp kalırız; ironi doruğa çıkar o noktada. Metnin/ve toplumun içinde yazarın öneminin/önemsizliğinin yeniden sorgulandığına tanık oluruz…
Son öykünün adı Başlangıç… Başa dönüyor öykü, başa dönüyor kitap; büyülü bir masalsı döngünün içinde yer almanın heyecanını duyumsuyoruz okur olarak. Saçları Deli Çoruh öyküsü başlıyor Başlangıç’ın içinde. Önce küçük küçük sürprizlerle ilerliyor öykü; ilk başta cinsiyeti verilmeyen Eren’in erkek olduğunu anlıyoruz sözgelimi. Reklam yazarı Eren’in e- posta adresine, gizemli bir kadından gelen parça parça metinlerle, dedesinden kalan günlükteki anı parçaları birbirine ekleniyor. Bir de Eren’in yaşamının içindekiler var; pembe bir zarfla gelen paragraflar… Sanal dünyadan gelip gerçekliğin odağına düşen iletilerden ve yaşamdan gelenlerden oluşan parça parça öyküler ya da öykü parçaları… Sanal gerçekle hakikatin buluşma noktaları; bu noktaların bileşimiyle oluşan, bütünleşen, büyülü bir ‘tek öykü’… Bir masal gizemi içinde yepyeni bir kitabın oluşumu… Günlükteki “Saçları deli Çoruh gibi avuçlarıma dökülen kadın” dizesinden ortaya çıkan yeni bir yazınsal güzellik: Saçları Deli Çoruh adlı öykü ve kitap…
Saçları Deli Çoruh kitabında Kevser Ruhi, okuru öykü metinlerinin içindeki birçok kurmaca oyununa çağırıyor; dili imgelerle genişletip yeni anlamlarla çoğaltıyor; hepsinden önemlisi, insanın dramatik durumlarına odaklanarak, yaşamdan beslenen ve yaşamın sanatsal anlamda dönüştürülmesi sürecine katkıda bulunan öyküler yazdığını kanıtlıyor.
Hülya Soyşekerci, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki, 20.08.2009